Tabiattaki yaratılış ağacının en uç ve en gelişmiş meyvesi olan insanoğlunun bu kainata ve dünyaya bakarak öğreneceği çok şey var. Bunlardan bir tanesi de birlikte hareket etme ve birlikteliğin gücü ile kendini aşma sırrıdır.
Toplumumuz tekil bireylerden oluşuyor. Her birimizin elinden gelen farklı şeyler var. Güçlerimiz, etkilerimiz, zihinsel kapasitelerimiz, birikimlerimiz, her şeyimiz farklı. Bu farklı insanları bir araya getiren yapıları sıklıkla müşahede ediyoruz. İnsanlık evvela aile; sonra arkadaş grubu, sonra mahalle, köy, şehir gibi birimler çapında bir araya geliyor. Partiler, dernekler, cemaatler, topluluklar… Bunların hepsi de insanların farklı birlikteliklerine verdikleri muhtelif isimler. İnsanlar en temelde, birlikte olarak kuvvet bulmayı, tek tek yapamadıkları şeyleri birlikte yapabilmeyi umarak böyle birlikteliklere gidiyorlar. Genel amaç ise “güçleri birleştirerek daha güçlü hale gelmek” olarak çıkıyor karşımıza…
Tabiatta bu iş nasıl olur peki? Tabiatta canlıların sıklıkla bir araya geldiğini, yardımlaştığını ve ortak yaşam biçimleri geliştirdiğini gözlemleriz. Bitkilerin üzerine yaşayan mantarlar, kendi ürettikleri besin maddeleri ile ağacı beslerken, kendi üretemedikleri besin veya kimyasalları da ağaçlardan temin ederler. Çöpçü balıkları büyük balıkların bedenini temizlerken, aynı zamanda zayıf bedenlerini o büyük balıkların cüssesi altında korumuş olurlar. Mantarlar, yosunlarla (alglerle) birleşerek “liken” dediğimiz bir ortak yaşam biçimi oluşturacak kadar ilerletmişlerdir bu işi.
Bunun en ileri düzeydeki hali bedenlerimizi oluşturan hücrelerdir. Her bir organdaki hücreler o kadar özelleşmiş, o kadar özel işlere memur hale gelmişlerdir ki kendi başlarına yaşamaları mümkün olmadığından ancak bir beden içerisinde varlıklarını sürdürebilirler.
Hatta adına “hastalık” dediğimiz bir çok durumda, doğada tek başına yaşayamayan organizmaların insan bedeninden faydalanması ve bu sırada ortaya çıkarttığı etkilerden dolayı konukçu bedenin rahatsızlanması söz konusudur. Yani hastalıklar da ortak yaşamın değişik (ve bir tarafa zararlı olan) biçimidir aslında.
Genel olarak canlılar alemine baktığımızda, canlılar arasındaki bu ilişkiler o kadar yaygın ve sıkıdır ki, dünya üzerindeki tüm canlılığı tek bir dev organizma gibi düşünmek bile mümkündür.
Eksiklikler birleştirir
Tabiattaki canlı cansız tüm varlıklar, biz her zaman doğrudan fark edemesek de birbirlerine sıkı bağlarla bağlıdırlar. Özellikle canlılar aleminde bu bağlar çok daha belirgin ve hayatidir. Bu bağları tesis eden en önemli faktör ise her canlının “eksik” olduğu gerçeğidir. Evet, hiç bir canlı dünyanın tümünden tek başına istifade edebilecek ve dünyada tek başına yaşamını sürdürebilecek donanıma tam ve eksiksiz olarak sahip değildir. Bunun en belirgin örneği beslenmemizdir mesela: Diğer canlılar olmadan beslenmemiz ve hayatta kalmamız mümkün değildir; zira hayatta kalmak için yediğimiz her şey aslında diğer canlılar ve onların ürünleridir. Bu örneğin dışında, her canlı, eksikliklerini tamamlamak için, az evvel saydığım örneklerde olduğu gibi bir araya gelir ve ortak bir hareket planına göre davranırlar.
Yani tabiatta canlıları bir araya getiren ve onları bir arada tutan şey onların “eksiklik”lerdir.
İnsan topluluklarında da bunu görebiliriz; ama her zaman değil. İnsanların birlikteliklerinde, tabiattaki birlikteliklere göre çok daha fazla sorun yaşanır. Zira insanlar eksikliklerinden ziyade “fazlalıklarını” ön plana çıkartma eğilimindedirler. Özellikle modern sosyal hayatta insanın “eksikliğini” gizlemesi erdem sayılırken, kendisini (bazen öyle olmadığı alanlarda bile) iyi ve maharetli olarak sunması teşvik edilir. Kişisel gelişim adıyla bildiğimiz çeşitli ekoller, hemen her zaman ileriye çıkma, diğerlerine göre daha önde olma ve “acımasız yarışta mümkün olduğunca öne geçme” taktikleri ile insanları teçhiz etmeye çalışıyorlar. Neticede hep “gelişkin” ve “iyi” yönleri ile toplumsal hayatta arz-ı endam eden bir modern insan tipi ile karşılaşıyoruz.
Bu durum elbette doğal olmadığı için doğada gözlemlediğimiz “birlik” halinin insanlar arasında yaşanmasını zorlaştırıyor. Kişisel fazlalık ve “çıkıntılar”, birlikten ziyade kavga ve çatışma unsuru olarak işlev görebiliyorlar. Her ne kadar bizim toplumumuzda bir zamanlar cemaatler, tarikatlar, hatta eski zamanlarda kimi devlet kurumlarında benzer bir diğerkâmlık ve “mahviyet” kültürü hakim olmuş olsa da günümüzde bunun örneklerini kolayca bulabileceğimizi söylemek oldukça zor.
Birliğin sırrı “eksikliğini” bilmekte yatıyor aslında. Yani “kendini bilmekte”… Eksiksiz olduğunu, her şeye tek başına güç yetirebileceğini düşünen insan ciddi bir yanılgı içindedir. Eksikliğini örtmeye çalışan da öyle. Bilgisizliğini, yeteneksizliğini, güçsüzlüğünü veya başka zaaflarını gizleyen, yahut görmezden gelen insan hüsrana uğramaya, eninde sonunda hayal kırıklığı yaşamaya mahkumdur.
Hepimiz eksiğiz; bunun bilincinde olduğumuz ölçüde eksiklerimizi tamamlamanın yollarını da keşfedeceğiz..
Birlikten sadece “kuvvet” zuhur etmez
Etrafımızdaki oluşlardan ve özellikle de canlılardan alacağımız önemli bir ders daha vardır ki, bunu “bütünün, parçalarının toplamından daha fazla bir şey olması” şeklinde ifade edebiliriz. Birbirine uyumlu ve “sinerji” içinde bir birliktelik kurmuş birimlerden oluşan topluluklarda, topluluğu oluşturan bireylerin tekil özelliklerinin toplamından çok daha fazla özellikler ortaya çıkar. Bu olaya zuhur (emergence) adı verilir. Detaylarını ve çeşitli telmihlerini “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” başlıklı kitabımda bulabileceğiniz üzere, burada en önemli kısmına vurgu yapmak isterim:
Birlikten kuvvet doğduğu doğrudur. Ama esas birliktelik, “akıl doğuran” birlikteliktir.
Ruhbilimci Carl Jung, hayvan sürülerinin kalabalıklaştıkça daha akıllı davranışlar sergilediklerini ve türlerinin faydasına olan seçimlerin peşinden gittiklerini vurgularken, insanlarda bunun tam tersi olduğuna dikkat çeker. Zira insan toplulukları kalabalıklaştıkça, karar verme ve faydalı davranış sergileme kabiliyetinin azaldığını görürüz. Akıl ve muhakeme yeteneği hayvanlara göre tartışmasız çok daha üstün olan insanoğlunun oluşturduğu topluluklarda böyle bir durum ortaya çıkması nasıl açıklanabilir? Muhtemel bir açıklama “kuvvet birliği” yaklaşımında gizlidir. İnsan birliktelikleri çoğunlukla salt “kuvvet” doğurmak, daha büyük bir kuvvete sahip olmak üzere bir araya gelir veya getirilirler. Burada, topluluğu oluşturan bireyler işbirliğinden ve eksikliklerini gidermekten ziyade “kuvvet birliği” mantığıyla bir arada bulunurlar. Dolayısıyla çoğu kez bu kuvvet, nihayetinde topluluğun kendisine zarar verir. Bu tip bir birliktelik uzun süre işlemez ve bir “zuhurat” (emergence) oluşturmaz; çünkü “tabii” değildir…
Eksikliğinin farkında, istişare ve ortak hareket ruhu ile bir ideal etrafında kenetlenmiş insanlar, tabiatta gördüğümüze daha yakın bir birlikteliği ancak tesis edebilirler. Bu durumda uzun soluklu hedeflere varabilme ve bireylerin tek tek kabiliyetlerinin çok üzerinde başarılar elde edebilmek de mümkün hale gelir. Tabiidir ki böyle bir birliktelik ancak aşkın bazı amaç ve hedeflerin var olduğu insan topluluklarında gözlenebilir.
Bireyselciliğin zirveye ulaştığı günümüz kültür ortamında, insanların bu türden birliktelikler içinde bulunması kınanır veya küçük görülür. Bireysel başarılar kutsanırken, toplu hareketler “birey olmanın önünde engel” olarak görülür. Elbette her insan her topluluğun içinde aynı şekilde “fena” bulmaz; zira her insanın kabiliyetleri ve özellikleri farklıdır. Fakat kendilerini topluluklar içinde daha rahat ifade edebilen insanların var olduğunu da gözden çıkartmamak ve “bireyselliği”, kayıtsız şartsız herkese dayatılması gereken bir “evrensel şart” olmaktan çıkartmamız gerekir diye düşünüyorum.
Kısacası, birliktelik “akıl doğurduğu” sürece, faydalıdır ve doğaldır. Sadece kuvvet için bir araya gelen insanların uzun vadede faydalı bir sonuç doğurması da işte bu nedenle pek mümkün olmuyor. Ve yine işte bu nedenle, böyle birleşmelerin neticesinde elimizde büyük bir yıkım kalıyor çoğu zaman…
*** Dikkat: Bu yazının seslendirilmiş versiyonunu aşağıdaki oynatıcı yoluyla dinleyebilirsiniz (Seslendiren: Sinan Canan):