Bu gün, daha dün “gelecek”ti…

Düşünceler, Güncel

Bu yazıyı okumaya başladığınızdaki “siz” ile yazıyı bitirdiğiniz andaki “siz”, aynı kişiler olmayacaksınız.

Bu durum yazının muhteşem yahut şok edici özellikte bir içeriğe sahip olmasıyla ilgili değil; hepimizin ortak bir özelliğiyle ilgili: Deneyim kazandıkça, öğrendikçe, yaşadıkça, hatta sadece düşündükçe bile, değişiyoruz. Duyduğumuz her söz, okuduğumuz her cümle, işittiğimiz her melodi, görüğümüz her yüz, aklımıza günde onbinlercesi üşüşen düşüncelerimizden her birisi beynimizi ve beynimizin hücreleri arasındaki bağlantıları değiştiriyor. Beynimizin değişmesi demek, her an her birimizin aslında hafif farklarla da olsa başka bir zihine doğru evrilmemiz, dönüşmemiz demek. Tüm deneyimlerimiz bizi hafifçe de olsa farklılaştırıyor; hem bedenen, hem zihnen, farklı insanlara dönüşmemizi sağlıyor.

Zaman hızlı akıyor. Bunu hep söylüyor, çoğu zaman bundan şikayet ederken buluyoruz kendimizi. Beynimiz ve zihnimiz, zamanın akışını algılarken yine “bilgi işleme” sistemini kullanıyor. Belli bir zaman süresinin uzunluğunu, o zaman içinde aklımıza yerleşen anı ve tecrübelerin bir sonucu olarak, uzun yahut kısa algılayabiliyoruz. Hiç bir şey yapmadan oturduğumuz bir on dakika bize oldukça uzun ve sıkıcı gelirken, sürükleyici bir roman okur yahut film izlerken saatlerin nasıl aktığını bile anlayamayabiliyoruz. Fakat bunun psikolojik olarak ilginç bir yönü de var. İçinde yaşayıp maruz kalırken bize çok uzunmuş gelen o “sıkılma” zamanları, daha sonraları hatırlandığında, belleğimizde çok ufak bir zaman dilimi olarak hatırlanıyor. Anı biriktirmediğimiz süreçler, zihnimiz tarafından sanki yaşanmamış; sadece içinde bulunulmul ve geçilmiş minik dilimler gibi hatırlanıyor. Halbuki roman gibi, film gibi, yeni insanlarla tanışmalar gibi tecrübe açısından yoğun zaman dilimleri daha sonraları “olduğundan bile daha uzunmuş gibi” hatırlanıyor. Psikolojik araştırmaların gösterdiği bu gerçek, tecrübenin, bire-bir yaşamanın, ömür dediğimiz bu sürecin zihinsel kayıtlarının miktarını ve derinliğini ne düzeyde etkilediği üzerinde düşünmeye zorluyor bizleri.

Neden hızla akıyor zaman? Etrafımızdan bilgiler, haberler, dedikodular, -miş’ler, -mış’lar akıp duruyor. Şehirli insanın etrafı da kafası da istiap haddinin üzerinde kalabalık. Neredeyse günlük zihinsel faaliyetlerimizin hiç birinin üzerinde bir kaç saniyeden fazla durup düşünecek zamanımız kalmıyor. İçselleştiremediğimiz, tadına varamadığımız, kününe vakıf olamadığımız milyonlarca an dizisini hızla yaşayıp geçmek zorundayız. Daha sonra dönüp geriye baktığımızda ise, zihnimizdeki kayıtlarının ekserisinin, hatırı sayılır pek bir iz bırakmamış saatler, günler, aylar ve yıllardan ibaret olduğunu fark ediyor ve neticede, zamanın ne kadar hızlı geçip gittiğine hayıflanırken yakalıyoruz kendimizi.

Dönüşmeden iz bırakamayız

Ömür süremiz, bize verilmiş en kıymetli emanet. Süresi belirsiz o süreç içerisindeki asli görevimiz, bana sorarsanız, olabildiğince dönüşmek, olgunlaşmak ve bize verilen benzersiz fırsat ve imtihanlardan olabilecek azami tecrübeyi devşirmek. Buna kemalat yolculuğu da diyebilirsiniz. Yaşamımızın en iyi koşullarda neredeyse üçte birini “eğitim” denen süreçlerle geçiriyoruz. Aslında her birisi “benzersiz” ve “yegane” olan biz insancıklar, yığınlar halinde sınıflara bölünüp, bir kaç meslek grubuna sığsınlar diye, tüm yeteneklerinden, müşahhas özelliklerinden, çocukluk arzularından ve heveslerinden itinayla “budanıyorlar” bu süreçte.

Tepkilerimiz, zevklerimiz, arzularımız, korkularımız, hedeflerimiz otomatikleştiriliyor, aynılaştırılıyor. Bize verilen kutunun dışındaki ihtimalleri düşünme yeteneğimizi tamamen kaybedene kadar “eğitiliyoruz”. Sitem kaza ve kaçaklarını bir kenara koyarsanız, insana bahşedilmiş sanat, yaratıcı düşünce, aykırı fikir, yeni düşünceler üretme ve yeni ufuklara açılma gibi tabii yeteneklerimiz olabildiğince halının altına süpürülüyor, unutturuluyor. Komplo teorilerindeki gibi “muktedir ve gizli örgütler” değil bunu yapan; biz bunu bizzat kendi kendimize yapıyoruz. Zira insanız, konforu da severiz ve “bildiğimiz rahat yoldan saparak” daha iyi bir yola girme riskini almayı çoğumuz pek sevmiyoruz. İşe yaramadığını bile bile, böyle eğitmeye, böyle çalışmaya, böyle telaşlarla ömür geçirmeye ve böyle ölüp gitmeye pek sesimizi çıkartamıyoruz.

İlham

İnsanı insan eğitir. Evde aile, okulda öğretmen, üniversitede profesör, marangoz atölyesinde usta, ila ahir, yenilerini yetiştirir. İşi aslında “boynuza kulağ geçirtmek”tir. Sadece bidiğiniz göstermek veya öğretmek değil, bilinmeyeni keşfetmesi için talebesine, çırağına, yamağına ufuk açmaktır. Ama hepsinden esası “ilham” vermektir. Çocukluktan başlayarak aslında bir “öğrenme canavarı” olan insanın öğrenme sürecinin motoru merak ve ilhamdır. Sebebi ve motivasyonu verebilirseniz, sizin bir şey öğretmenize bile hacet kalmaz. Her koşulda, her imkansızlıkta öğrenebiliriz. Yeter ki kafi itiş gücümüz, kafi adanmışlığımız oluşsun.

Eğitimin hangi safhasında, hangi devresinde verebiliyoruz acaba böyle bir itme gücünü? Ufak tefek “kazalar” dışında, maalesef bu tabii yeteneğimizi kaybetmiş gibi görünüyoruz.

Geleceğin mimarları

Geleceğimizi çok düşünür gibi görünürüz. Aslına bakarsanız insan aklı şu anda ziyade, geçmişin muhasebesi ve geleceğin endişesi arasında uçup duran telaşlı bir güvercin gibidir. Şu ana odaklanamamızın en temel nedenlerinden birisi de budur aslında. Şurada, şu anda kalamayız. Ana odaklanmayınca ise, anın getirdiklerinden bihaber, hayatımızın her saniyesine saçılmış “fırsat” tohumlarının üzerine bilinçsizce basıp geçerek, ne olacağı meşhul bir geleceğe doğru, toplu bir akışla yuvarlanmaktan başka çaremiz kalmaz. Durup düşünecek, lezzetine varacak, ilham devşirecek zamanımız yoktur artık. İlhamsız, iz bırakmayan, ezbere çekilip zihnin derinliklerindeki dosya dolaplarına istiflenen sası, tatsız-tuzsuz deneyimlerle dolu bir yaşam, gelecek için bize nasıl ilham verecek?

Geleceğimiz için gerçekten endişeleniyor, bir şeyler yapmak istiyorsak, ne yapıyor olursak olalım, biraz durup, elimizdeki ana, şu ana, şu anda elimizde olana dikkat kesilmemiz ilk büyük gereklilik. Geçen zamanı unutulmaz deneyimlere, dolu dolu yaşanmış bir ömrün paha biçilmez anılarına dönüştümenin tek yolu, kafamızı toplayıp, elimizdeki tecrübenin keyfine varmaktır. Bir başka görevimiz daha var: Bu alışkanlığı yeni nesillerimize hızla vermemi de gerekiyor. Daha doğrusu, onların elinden bu paha biçilmez ve fıtri yeteneği almaktan vaz geçmeliyiz artık. Oyun oynarken gelecek endişesi yahut geçmiş pişmanlığı ile anını zehir eden kaç çocukla tanıştınız? Bulamazsınız; zira onlar, henüz yeterli “eğitim” almamışlardır ve içinde yaşadıkları anın sonsuzluğu içinde, zihinlerinin evi olan beyinlerini değiştirmenin, dönüştürmenin keyfini alabildiğine yaşamaya programlanmıştır.

Fıtrata bakmak, en büyük öğretmendir. Artık kendi zanlarımızdan ve modellerimizden kafamızı kaldırıp, en sade haliyle fıtratımıza göz atmak zamanıdır. Ayrıca bu görev, bu zamana has ve geçici bir görev de değildir. Anın bilincinde olmak, bizzat insan olmanın iktizası ve kemalatın belki de yegane giriş kapısıdır…

Kafamıza göre bir dünya
Ne kadar anlayabiliyoruz?

İLGİLİ YAZILAR:

Evrimsiz eğitim olur mu?

Milli eğitim bakanlığının ortaöğretim için internet sitesinde görüşe sunduğu müfredat taslağını sosyal medyadaki “evrimsiz müfredat” etiketleriyle duydum. Konu alanımla ilgili olduğu için bir çok kişi görüş istiyordu ve evrim kuramına…

Talipler nerede?

Her düşündüğümde beni dehşete düşüren bir gözlemimi paylaşmama izin verin. Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapıyorum. Başta tıp fakülteleri olmak üzere, sağlık bilimlerine ait hemşirelik, fizik tedavi, beslenme…