Uzun yıllardır her birimiz, adını bile doğru dürüst koyamadığımız bir takım ideolojik ve fikri ayrılıklar doğrultusunda irili ufaklı bir çok parçalara ayrılmakta hiç bir sıkıntı çekmeyen bir topluluğun üyeleriyiz. En ufak düşünce ayrılıklarını, yaşam tarzı farklılıklarını bile gaflet, dalalet, hainlik, küfür veya serserilik olarak sınıflandırma konusunda son derece gelişmiş reflekslerimiz var. Bize öğretildiği şekilde düşünmeyi yahut yaşamayı seçmemiş bir insana karşı sergileyebileceğimiz basit davranış kalıpları, hazır paketler halinde uzun süre önceden bizlere sunulmuş durumda olduğundan, bir çoğumuz karşısındaki “farklı” insanların neden bu şekilde oldukları konusunda kafa yorma ihtiyacı bile hissetmiyoruz. Onları basitçe dışlayıvererek, rahatça yaşamlarımıza devam ediyoruz, veya öyle yapabileceğimizi sanıyoruz…
Maalesef, kendisi gibi olmayanı beğenmeyen, hatta yok sayan insan tipi, bizde hiç de azımsanacak bir orana sahip değil. Bir çoğumuz, sınırlarının esnekliği farklı da olsa, belli bir çizginin ötesinde gördüğümüz insanlara karşı otomatik bir ötekileştirme ve “dehumanizasyon” refleksine sahibiz, maalesef. Diğer insanlara karşı bu tip paket programlarla hareket eden kişiler, özellikle ellerine diğer insanların hayatlarına dair tasarrufta bulunma yetkisi geçtiği zaman, tüm insanlık için ciddi tehlikeler ortaya koyabilecek potansiyeli de bünyelerinde taşıyorlar. Yıllar boyu üniversitelerde, kamu kuruluşlarında, özel şirketlerde, ila ahir, sadece kendisi gibi düşünen ve sadece kendi yaşamsal değerlerine iman etmiş görünen insanları bir araya toplayan; bu reflekslerle kadrolaşma yoluna giden kafa yapısının bize neler çektirdiğini bolca müşahede etme imkanımız oldu. Oldu ama, bu gariplikten ders çıkarabildiğimizi söylemek pek de doğru olmasa gerek…
Bir zamanlar bir adalet bakanı, adli görevlere atadığı insanların tümünün belli bir ideolojik çizgiye ait olmasını açıkça savunabilmiş, “sağcı” olarak betimlediği insanlara görev vermemesinin gayet “doğal” olduğunu söyleyebilmişti. Özellikle devlet kurumlarında “rejimi korumak ve kollamak” gibi saçma sapan ve gayet müphem bir takım endişelerle, liyakate bakılmaksızın amansızca sürdürülen kadrolaşmaların nasıl bir aptallaşmaya, nasıl bir iç körlüğe neden olduğunu sürekli izledik ve izlemeye devam ediyoruz. Bu ülkenin başına darbeleri, vesayeti, adam kayırmayı, haksızlığı ve bilumum belayı saran hastalıkların en büyüğü, bu adam seçme refleksleriydi.
Her dönemin kendine has bir rengi ve eğilimleri var. Değişmeyen az sayıda şeyden birisi ise, yine maalesef, diğer insanlara, yahut tabir-i diğer ile “öbür kamptakilere” bakış açımız. Bu gün iktidar, sermaye ve medya gücünün el değiştirdiği, güç dengelerinin kaydığı ve farklı bir bakış açısının uzun yıllardır ilk defa bu ülkede “gücü” ele geçirmeye başladığını görüyoruz. Ama ne yazık ki, yukarıda hatırlatmaya gayret ettiğim hastalıklarımızdan kurtulmaya başladığımıza dair emareler görmekten henüz çok uzağız gibi geliyor bana…
Müslümanın “diğer insanlara” karşı tavrı
Beni şahsen en çok hayrete düşüren konuların başında, yıllardır bu ülkede (aynen diğer bir çok kesim gibi) ezildiğinden, hakkının yendiğinden, önünün kesildiğinden ve her türlü kamu imkanından mahrum edildiğinden haklı olarak şikayet eden inançlı insanların bir bölümünün, bu günkü davranış biçimleri geliyor. Ezilen bir kesimin her zaman yaşadıklarından ders çıkartarak âlî davranışlar geliştirmesi beklenmez elbette. Fakat bir insan, inancından dolayı aşağılandığı ve engellendiği kanısına sahipse, üzerindeki bu baskı ortadan kalkıp da inancını daha özgürce yaşamaya başladığında, inancının gereklerini daha rahat bir şekilde yerine getirmeye başlaması da doğal olarak o kişiden beklenir. Yıllar boyunca kılık-kıyafetinden, ibadet alışkanlıklarından, siyasi tercihlerinden ve yaşam tarzlarından ötürü hor görülen insanların önemli bir kısmının bu günkü halleri, daha dün gördükleri bu zulmü bu gün aynıyla tekrar etmekten ibaret ne yazık ki. Halbuki, İslam inancına sahip bir insanın böyle davranmasının önündeki en büyük engel, bizzat inandığı dinin kitabı olan Kuran-ı Kerim’deki açık emirlerdir. Kuran-ı Kerim bizlere her zaman adaletli olmayı, işi ehline vermeyi ve diğer insanlara “örnek” olmayı öğütler; hatta doğrudan emreder. Eğer bir Müslüman, bu emirlere aykırı hareket ettiği halde, bunu “inandığı dini korumak adına” yaptığını düşünüyorsa, burada ciddi bir kendini kandırma oyunu olduğu gayet açıktır.
Bizden olanı tercih etme nedenlerimiz
Uzun zamandır etrafımdaki insanlarla bu konu etrafında hararetli tartışmalar yapıyoruz. İsim vermeden bir kaç örnek üzerinden, sizlere benim karşılaştığım “maneviyatçı kadrolaşma” refleksinin mantık hatalarından bir kaç tanesini özetlemeye çalışayım.
Yakın bir zamanda, büyük üniversitelerimizden birisine başvuran akademisyen adaylarından bazıları, göründüğü kadarıyla sadece dünya görüşleri yüzünden, sudan sebeplerle eleniyorlar ve normalde atanabilecekleri kadrolara atanmaları kanuni ama haksız yöntemlerle engelleniyor. Bu kısım zaten yıllardır bildiğimiz hikaye, yeni bir şey değil. Neredeyse “akademi böyle işler” diyebileceğimiz kadar sıradanlaşmış bir müptezellik… Buna mukabil, inançlı insanların da aynı şeyi yapması gerektiğini; zira eğer onlar tam adaletli davranırsa, her yeri “bunların” kaplayacağını savunan refleksif bir davranış biçimi oldukça yaygın. Elbette; fazlaca düşünmezseniz, birileri bir yerlerde kadrolaşırken, siz kadrolaşmazsanız aptallık edersiniz, değil mi? İşte böyle durumlarda, cennetmekan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in çağlarca vicdanlarda yankılanacak o muhteşem dersini bir kez daha hatırlar ve hatırlatmaya çalışırım: Balkanlardaki vahşi kıyımın ardından ateşkes ilan edildikten sonra, Bosna meclisinde Sırp ve Hırvatlara karşı neler yapılacağı tartışılırken, “onların bize yaptığını misliyle onlara ödetelim” görüşü ortaya atılıyor. Aliya ise, bir Müslümanın vakarı ve kendine güveni ile şu tarihi cümleyi söylüyor:
“Yeryüzünü öğretmeni olmak istiyorsanız, göklerin öğrencisi olacaksınız, Sırpların değil!”
Bu muhteşem ders, şartlar ne olursa olsun, ötelere iman etmiş insanların temel inanç ve ilkelerinden taviz vermemesi gerektiğini bize bir kez daha hatırlatıyor.
Ben bu anekdotu ne zaman hatırlatsam, iyi niyetinden hiç şüphe duymadığım bazı arkadaşlarım bana “ama”larla başlayan yeni cümleler kurarak, kendi ait oldukları gruplara mensup insanlara haksız avantajlar sağlama refleksini haklı çıkaracak nice bahaneler sıralıyorlar. Ben bu itirazların hepsine Kuran’ın temel emirlerinden yola çıkarak, her zaman, savaşta bile, adaletle hükmetmenin İslam’ın temel taşlarından birisi olduğunu bıkmadan, usanmadan hatırlatmaya çalışıyorum. Kısa bir süre sonra hepimiz sessizce şunu fark ediyoruz ki, Aliya’nın dile getirdiği bu basit prensibe herhangi bir koşulda itiraz edebilmek için, bir Müslümanın kendi inancını ve kitabını ciddi oranda yok sayması gerekiyor…
Bir başka ortamda, sadece ve öncelikle liyakatin esas alınması gerektiğini; kişilerin mensubiyetlerinin akademik ortamlarda hiç bir anlam ifade etmemesi gerektiğini savunduğumda, ilginç bir tepki alıyorum. Mesela deniyor ki: “Haydi, diyelim ki senin dediğin gibi yapalım; her geleni aramıza alalım. Peki, bundan bir kaç sene sonra iktidar değişse, yönetimler farklılaşsa, bu aldığın adam sana cephe alsa, o zaman ne yapacaksın?” Soru güzel, zira içimize işlemiş bir temel paranoyanın güzelce özetlenmiş hali. Ben de özetle şöyle bir akıl yürütme kullanıyorum: “Senin yanında, seninle aynı kurumda yıllarca birlikte çalışacağın bir insanın, şartlar değiştiğinde sana cephe alacak olması onun suçu mudur, yoksa senin mi? Sen, inandığını tebliğ etmekle yükümlü isen ve yanındaki insana yıllar boyunca bu anlamda hiç bir etki yapamamış, hiç bir şekilde cazip bir örnek olamamışsan, o insan, sana ve senin inancına karşı döndüğünde kimi suçlayacağız? Kim olursa olsun, bir insanın yıllar boyunca değişmeden aynı düşünce çizgisine saplanıp kalacağından nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Acaba bizler de bizzat öyle olduğumuzdan içten içe şüphe ettiğimiz için mi?”
Toplumsal barışı gerçekten istiyorsak, cephe yığmaktan vazgeçip, insanları kucaklamanın ve onları kazanmanın yollarına kafa yormaya başlamamız lazım…
Hakikatin yanındaki insanın hareket tarzı
İlmin kapısı Hz. Ali’nin, savaş meydanında kılıcıyla öldürmek üzere olduğu bir müşrik yüzüne tükürdüğünde, “nefsi bu işe karışmasın” diye kılıcını kınına sokup düşmanını öldürmekten vaz geçişi, severek anlattığımız bir anekdottur. Bu öyküyü severiz; ama bu âlî davranışı da sadece Hz Ali’den bekler gibi bir halimiz vardır sanki. Sanırsınız ki bu nefis terbiyesi, bu farkındalık, savaş meydanında bile sahibini terk etmeyen bu İslam olma bilinci, sadece peygamberlere, sadece velî zatlara has bir durumdur. İslam peygamberinin yüzünden eksik olmayan tebessümü, inançsız komşularıyla ve müşrik akrabaları ile olan ilişkileri, sanki sadece ona ait hususiyetlermiş gibi algılanır çoğu zaman. Taif halkının kendine reva gördüğü eziyetlerden sonra bile beddua etmeyen bir peygamberin ümmeti olmak o kadar kolay olmasa gerektir… Maalesef, inançlarının temellerine dair düşünmeyi farz addeden, inandığına ezberlerle değil, aklı ve gönlüyle inanan nesiller yetiştirmedikçe bu hamakatın içinde daha çok vakit ve enerji kaybedecek gibi görünüyoruz.
Bu gün, etrafınızda gördüğünüz “sizin gibi olmayan” insanlarla aranızda aslında zannettiğinizden çok daha küçük farklar var. Bu ülkede “İslami hayat tarzına mesafeli duran” insanların önemli bir kısmı, İslam’dan değil, Müslüman’dan çekinir. Müslüman, “göklerin öğrencisi” olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, diğer insanların İslam ile olan mesafelerinden de o kadar sorumlu olacaktır. İntikam ve misliyle muamele hisleri bir insanda galebe çalmaya başladığında, bir yol durup, kalpteki imanı ve inancın temelleri ile olan rabıtaları gözden geçirme vakti gelmiş demektir.
Bir tebessümün, içten bir hasbıhalin, gönülde yeşermiş bir hakikatin diğer insanlarla cömertçe paylaşılmasının ne mucizelere gebe olduğunu bilen insan, kavgayla değil, muhabbetle uğraşır. Bu gizli güçlerini unutan insanların ise ait oldukları grupların, paranın, medyanın, siyasetin ve dahi diğer batıl kaynakların gücüne yaslanmaya çalışmalarında şaşılacak bir şey yoktur…
Durumu abartmak
İnsanların çoğunun içinde bulundukları durumu abartmaya doğal bir eğilimleri vardır. Mutluluğumuzu, sıkıntımızı, neşemizi yahut ağrımızı abartma eğilimindeyizdir genellikle. Özellikle burada bahsetmeye çalıştığım konu itibariyle, şartların ve müstakbel durumlara dair ihtimallerin abartılması, bir çoğumuza, yaptığımız işlerin ilkelerimizden uzaklaşması hususunda güzel bahaneler sunar. Kişisel hayatımızı ve inancımızın temellerini bir kenara bırakıp “ülkenin gidişatı” gibi, çoğumuzun elinde ve yetkisinde olmayan farazi gündemlerle düşünüp kararlar üretmeye başladığımızda, adaletten ve temel ilkelerden sapmalar da kaçınılmaz olarak arz-ı endam edecektir. Dün yaşanan zulümlerin tekerrürü endişesi ile sergilenecek paranoyak davranışlar, yeni zulümlerin kapısını da aralayacaktır. Eğer, gerçek şartları göz önüne almayı ve afaki konular yerine şu anda, şu durumda yapmamız gerekenin farkındalığına odaklanırsak, bir çok sorunu çok daha adil ve faydalı bir şekilde çözeceğimize inanıyorum.
İnançlı insanları adaletsizliğe sevk eden en önemli etkenlerden bir tanesi, inançlı insanlara kayıtsız şartsız düşman olan bazı zevatın, hepimize malum olan insafsız ve zalim tutumlarıdır. Bu tip insanlarla, hasbelkader bunların yanında yer alan kalabalıkları birbirinden ayırabilmek de kanaatimce hayati derecede önemlidir. Alçakların alçaklıkları insanda tabii olarak öfke ve intikam hisleri doğurur. Fakat bu noktada kendimize sıklıkla basit bir gerçeği hatırlatmamız lazım: Adaletli olma emri, bizim kitabımızda yazıyor, “onların” kitabında değil… O yüzden, bence herkes kendi işine, kendi vazifesine bakmalı; bakmalı ki ardından “Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler” diyebilelim…
Son olarak, unutmayalım ki, insanları kazanmadan muzaffer olmak mümkün değildir…