Ömrümüzden uzun kavgalar

Düşünceler, Güncel

Yarım asra yakın zamandır bu ülkede yaşıyorum. Yetmişlerde küçük bir çocuktum; seksenlerde erken gençlik, 90’larda delikanlılık, 2000’lerde erişkinlik ve şimdilerde de orta yaşlılık dönemlerinden geçerek, çok şükür, devam ediyoruz nefes alış-verişine. İlginç zamanlar gördük, bu ülkenin “nereden nereye” denen serencamında “nereden” bölümünü, en son fotoğraflarıyla da olsa, canlı olarak hatırlayan son nesil biz olacağız galiba.

Büyüdüğümüz dönemleri, adeta Türkiye’nin de hızla büyümeye yöneldiği, ama ara sıra önünün yapay saiklerle kesildiği heyecanlı ve karışık bir fotoroman gibi hatırlıyorum bu günlerde.

Yakın tarihin “önemli olayları” diyebileceğiniz bir çok şey olurken buralardaydık, ama hiçbirisini “orada” ve “o zamanda” iken hakkıyla anlayamamış, önemini idrak edememiştik. Küçüktük diyeceğim ama, daha “büyük” olduğumuz zamanlarda da benzer “dönem körlüğü” zaafından kurtulamadık çoğumuz. Ne zaman ki köprünün altından nice sular aktı, ancak o zaman dedik belki “Vay canına! Meğer neler olmuş ve de oluyormuş!” diye…

Onlu yaşlarımdan beri hafızamda yer eden nice zamanlar var. Bakıyorum; çoğu şahsıma ait, sadece benim etrafımda dönen anılar değil. Yetmişlerin sonunda gencecik bir akrabamızın evinin önünde onlarca kurşunla katledilmesi var mesela. Çocuk kafamla “kovboy filmlerinden sahneler” düşünmekten başka bir idrak uyandırmamıştı bu haber bende. Komşuların evlerinin “yasak kitaplar” için arandığı sabah baskınları gibi anılar var zihnimde. Ankara Aşağı Eğlence semtinde bulunan evimizin hemen önünde, karşı Melike Sokak’tan gelen “komünistler” ile Yunus Emre Caddesi’nde zaman geçiren “ülkücüler”in meydan muharebelerini evimizin camından, adeta bir gladyatörler müsabakasını seyreder gibi seyrederek geçirdiğimiz zamanlar oldu. Fırlatılan kocaman bir kaldırım taşı parçasının bir polis memurunun kafasını nasıl patlattığını gördüm mesela, o çocuk gözlerimle. Bir 12 Eylül sabahı, Bursa’nın Kumla ilçesinde tatilde iken, annem ve babamı buğulu gözlerle balkonda, diğer balkonlardan gelen Hasan Mutlucan türküleri eşliğinde düşünürken buldum. Öğleden sonra gazinodaki siyah-beyaz televizyonda önünde mikrofonlar olan bir askerin bir şeyler söylemesini dinledim. Ne dediğini hiç anlamadım ama herkes pürdikkat izlediği için izledim ben de; yıllardır unutmayacağım bir toplu gerilim psikolojisinden oracıkta kendi payıma düşeni aldığımın farkına varmadan. Kumla’dan Ankara’ya dönüşümüzün günlerce sürmüş gibi geldiğini, her köşede bizi çeviren jandarmaların babamı sürekli bir yerlere götürdüğünü, bomboş sokakları, sinmiş insanları hatırlıyorum mesela. Sokakta oynadığım zamanlarda misketten, “lik” dediğimiz gazoz kapaklarından ziyade, yan kahvede oturan “abilerin” beni çevirip “söyle bakalım, sağcı mısın solcu musun?” diye sormalarını hatırlamamı garipserim halen. Şimdi uzaktan bakınca, sıkıcı, korkutucu ve bir çocuk için fazla gergin dönemler görüyor insan…

Nispeten sessiz bir lise döneminden sonra üniversitede geçen doksanlı yıllar boyunca yine bir çok anı var. Bu sefer çok şükür, bazısı kişisel; ama bazıları yine benim dışımda, anlamını çözemediğim olaylar ve oluşlar. Daha ilk hafta, üniversitedeki ilk hamburgerimi yerken, jandarmanın copunun nasıl acıttığını ilk hissedişim! Birileri bir şeyler karıştırmış, kafeteryada adeta bir savaş çıkmış, içerideki “anarşistler” dışarı kaçınca biz de aralarında kalmışız vs. Bir hafta acıdı sağ uyluğumun arkası. Sonra “biraz da politikleşelim” dediğimiz, okuduğumuz iki satırlık malumatla birbirimize malumatfuruşluk seansları düzenlediğimiz günler… Müesses nizam hakkında konuşurken kısılan ses tonları, yanımızdan uzaklaşan bazı arkadaşlarımız, göz ucuyla izlediğimiz kadrolu muhbirlerimiz, gencecik çocukları jandarmanın karşısında eylemlere kışkırtıp “cemselere” doldurulmalarını temin ettikten sonra, hemen ertesi gün yine bizimle aynı servisi kullanarak okula gelen pos bıyıklı provokatörlerimiz, felsefesinden habersiz ölümüne savunulan ideolojiler, yüz yıllık uykunun mahmurluğu ile dünyaya yeni yeni açılmaya başlamanın mahmurluğuyla kırpışan gözler, yeni savaşlar, değişen dengeler, yeni zenginler, 500 günlük seçim vaatleri, başörtüsü yüzünden mahkeme koridorlarında okuma hakkı arayan kızlar, hiç değişmeyen “taze umut” siyasiler… Standart dışı mevzulara kafayı takan herkesin “anarşist” göründüğü zamanlar…

Hülasa, bireysel hafızamın neden bu kadar “siyasi” olduğunu son zamanlarda daha sık düşünür oldum. Yaşım kırkı devirdi, memlekette pek çok şeyler değişti. Farkında olduğum 30 küsur senenin önemli bir bölümüne hakim olmuş Türkiye yapısından çok farklı bir yerde yaşıyorum şimdi.

Bu günler, dini cemaatlerin dünyevi kavgalarda saf tuttuğu, aynı kıbleye dönen insanların birbirini en sert üsluplarla itham ettiği, başlarının üzerinde Demokles’in kılıcı misali salınıp duran vesayet kılıcı bir an olsun gözden kaybolunca kendi vesayetlerini hakim kılma yarışıyla gözleri kararan insanların vaveylalarından başka sesin duyulmadığı zamanlar. Çoğu insanın, kendi tuttuğu tarafın hak, diğerlerinin ise hıyanet olduğundan adı gibi emin olduğu; marketlerdeki diş macunu reyonlarındaki seçenek bolluğundan dolayı bunalmaya başladığı; AVM’lere boğulmuş şehirlerde sokak yüzü görmeyi unutmuş çocuklarını yetiştirdikleri; her fert başına en az bir cep telefonunun düştüğü bir ortamda iletişim kabızlığından daraldığı; üzerlerine sağanak gibi yağan malumatla baş edemediğinden zoraki ve seçimli bir cehalete kaçmak zorunda kaldığı enteresan bir yer oldu burası.

Değişmeyen tek şey var belki de; hala aşırı derecede siyasi, hayatsız bir yaşantımız var. Üzerimize boca edilen haber ve malumat yığının arasında, kendi asli dertlerimizi düşünmeye bile zamanımız yok. Ülke her zamankinden daha kritik, daha hassas günlerde. Her zaman olağandışı bir durumda, sürekli teyakkuz vaziyetinde olmak durumundayız sanki. Her şeyin “bıçak sırtında”, “kaosun eşiğinde” seyrettiğine eminiz. En ufak bir üflemede yer ile yeksan olacak kumdan bir kalede yaşadığımıza dair kuvvetli bir hissimiz var içten içe. O yüzden tahammülsüzüz, o yüzden gerginiz biraz.

Yaşım kırkı geçti dedim; bu sayı önemli. Dünya standartlarında bile “yaşamış olduğum yıllar”ın sayısı “muhtemelen yaşayabileceğim” yılların sayısından daha fazla. Hafızamı yokluyorum; öne çıkan bir çok anı ve tecrübe, doğrudan beni ilgilendirmeyen, tarafı ve paydaşı olmadığım kavgaların, suni gerilimlerin ve korkuların hatıraları. Çocuklarım kırkına geldiklerinde ne düşünecekler, hangi hatıraları hatırlayacaklar diye düşünürken bazen daralıyorum. Bir sıkıntı basıyor içimi. Evet, dünyada cennet olmayacak, biliyorum bilmesine de, özellikle bu günlerde “cennete gitmek isteyenlerin cehenneme çevirdiği bir ortamda” yepyeni bir neslin aklına neleri kazıyoruz acaba? Ne zaman bizim de sadece kişisel hatıralardan müteşekkil, en fazla 20-30 kişilik yakın çevremizi ilgilendiren hatıraların doldurduğu bir hafızamız olacak? Okullarda yıllarca ders olarak okutulup da iki kelime dahi konuşturmayı beceremediğimiz İngilizce dili misali, hayatlarımızı siyasi mugalatalara tahsis edip de hiç bir şeyi çözememiş olmanın utancını gelecek nesillere nasıl açıklayacağız acaba?

Okumadım ama bir zaman evvel bir kitapçıda gezerken rafta görmüştüm Suna Kıraç’ın kitabını. Başlığı “Ömrümden Uzun İdeallerim Var” idi. Şimdi yine aklıma geldi o etkileyici başlık; zira ömrümüzden uzun kavgalarımız, dertlerimiz var gibi her dem. Ömürler geçiyor, hayatlar bitiyor ama tiyatro hiç değişmiyor.

Bu işte temel bir yanlışlık var. Bundan neredeyse eminim…

Pek bakmadığımız bir açıdan “bağımlılık”
Bitkisel tedaviler nasıl işe yarar?

İLGİLİ YAZILAR:

Beden üzerinden “zihin kontrolü”?

İlk defa bir üniversite öğrencisi olduğum sıralarda, kişisel gelişim kitaplarının önderlerinden olan kitaplardan birisi o günlerde bir çok insanın olduğu gibi benim de gündemime girmişti. Anthony Robbins’in yazdığı “İçinizdeki Devi…

Allah’ın ipine sarıl(a)mamak

İslam dünyası olarak başımız dertten kurtulmuyor. Yüzlerce yıldır, dünyadaki mazlumlar listesinde başı, maalesef Müslümanlar çekiyor. Ebette hepsi değil; kendilerine dünyevi zenginliklerden orantısız miktarda pay nasip olmuş küçük bir azınlık, kendi…

Yeni bir medeniyet?

Geçen bir kaç ay içinde ismimden daha fazla duyduğum bir kelime varsa, o da muhtemelen medeniyet kelimesi olsa gerektir. Her yanımdan adeta medeniyet fışkırıyor: Gazete başlıklarında, üniversite kulüplerinin isimlerinde, sağda-solda…